Pazar günü sabah kahvaltımızı ettikten sonra aracımıza binip 09. 00’ da Ulusal Tarih Müzesi’ne geldik. Müze, TİKA tarafından yapılmış. Müzenin bahçesinde metalden yapılmış büyük bir çan vardı. Girişin hemen sol tarafında Katar’a ait bir bölüm bulunuyordu.
Müze, Moğol tarihinden ve kültüründen zengin eserler barındırıyordu.
Kültigin Anıtı’nın replikası(kopya) vardı. Savaş aletleri, giysiler, kumaşlar, paralar, mühürler, çadır(yurt),mancınık gibi eserler sergilenmişti.
Müzeden ayrıldıktan sonra Tsonjin –Boldog bölgesinde bulunan Cengiz Han heykelini görmek için yola çıktık. Yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra at üzerindeki Cengiz Han’ın muazzam heykelini gördük.
Üzerinde CHINGGIS KHAAN yazılı Kemerli bir kapıdan, heykelin bulunduğu alana giriliyordu. Kapının üzerinde bir kartal heykeli ve en üstte ise at üzerinde Moğol savaşçılarının heykelleri vardı.
200 ton paslanmaz çeliğin kullanıldığı heykel muhteşemdi ve pırıl pırıl ışıldıyordu. Guinness Rekorlar Kitabı’na giren 40 m yüksekliğindeki heykelin içerisinden asansör ve merdivenle yukarıya çıkılıyordu. Merdiveni kullanarak çıktığımız heykelin üst kısmından seyrettiğimiz manzara doyumsuzdu.
Heykelin alt kısmı müze görünümündeydi. Sol tarafta çok büyük Moğol çizmesi vardı. Korkunç görüntülü heykeller ve duvarda Cengiz Han ile hanedanın resimleri bulunuyordu.
Heykelin bulunduğu alanda atlara ve iki hörgüçlü develere ücretle biniliyordu. İnsanı ürküten görüntüleriyle kartallar fotoğraf çektirmek isteyenlere öfke ile bakıyorlardı. Ok atma platformunda ise yine ücret karşılığında atış yaptırılıyordu.
Cengiz Han heykelinden sonra geceyi geçireceğimiz kampa geldik. Çadırlarımız çok güzeldi ve beş yıldızlı otel odası konforundaydı.
İçeride iki yatak, banyo ve taharet musluğu olan tuvalet mevcuttu.
Kadim dostum, meslektaşım Ecz. Selçuk Arslan’ın ilk işi paylaştığımız 7 numaralı çadırımıza şanlı bayrağımızı asmak oldu.
Çadıra eşyalarımızı koyduktan sonra Trejli Ulusal Parkı’na gidip, meşhur Kaplumbağa Kayası’nı gördük.
Kayanın civarında yine kartal ile fotoğraf çektiren hevesliler vardı. Moğolistan gezimiz süresince çok yerde taştan yapılmış kaplumbağa heykellerine rastlıyorduk. Türk mitolojisinde kaplumbağanın sabrı ve uzun ömrü simgelediğini biliyorduk.
Fotoğraf çekip manzarayı seyrettikten sonra aracımıza binip bozuk yollardan geçerek Arya Pala Tapınağı’na doğru yol aldık.
Uzaktan görünen tapınağa varmak için aracımızdan indik ve yaya yürümeye başladık.
Yolda aralıklarla dizilmiş ve üzerlerinde Moğolca ve İngilizce yazan tabelalar vardı.
Tabelalardaki yazıları Cengiz Argat Bey’in çevirisiyle anlamaya çalışıyorduk.
“ Basit bir adamdan, basit bir adama öğreti komedidir” gibi anlamlı yazılar vardı. Tapınağa gelenler arasında gelin ve damatların olması bildiğimiz bir geleneğin yansımasıydı.
Dik bir yokuşu yürüdükten sonra 108 basamakla çıkılan tapınağa vardık. 108 sayısı Budistler için çok önemliymiş. 108 beyaz,8 ise siyah manasındaymış yani iyilik ve kötülük ifade ediyormuş.
Rehberimiz Dashka Budist’miş. Tapınağa girince kendi geleneğini uyguladı ve duasını yaptı. Bizde içeriyi gözlemledikten sonra Harun kardeşimizin okuduğu Fatiha ve üç İhlası Şerif’i geçmişlerimize bağışladık.
Tapınağın giriş kapısının elçekleri fare şeklindeydi. İnançlarına göre fare refah ve zenginlik ifade ediyormuş. Bunları görünce çadırımızdaki dolapların aşık ’tan yapılmış elçeklerini hatırladık.
Tapınaktan ayrıldıktan sonra dağın yamacından yürüyerek Buda heykelinin olduğu başka bir ibadet mekânına geldik. Heykelin önüne meyve ve para bırakılmıştı.
Yorucu bir yürüyüşten sonra aracımıza binip çadırlarımızın olduğu kampa geldik. Yemekte Türk dünyasında yaygın olan mantı vardı ve çok lezzetliydi.
Gece yağan yağmurun sesine, Guguk Kuşu’nun ötüşü eklenenince harika bir gece geçirmiş olduk.
Pazartesi sabah erken kalktık. Kahvaltımızda brokoli çorbası vardı. Sabah 08. 00 de yola çıktık. Hava oldukça serindi ve Erzurum’u aratmıyordu.
Yöre, kayalık ve ormanlıktı. At sürüleri ve mantar gibi araziye serpilmiş çadırlar, görüntüler arasındaydı.
Yolculuğumuz keyifli geçiyordu. Kafilenin ikramları öyle bereketliydi ki, ağzımız tabir yerindeyse hiç boş kalmıyordu. Gençlerimizden Serhat Duyar ve Harun Reşit Karagöz’ün sunduğu Akçakoca FM ile Fındık FM’nin ortak canlı yayınları hepimizi neşelendirdi.
Yolcular sırasıyla canlı yayına katılarak kimi, deneyimlerinden bahsetti, kimi şiir okudu, kimi fıkra anlattı, kimi tarih dersi verdi, kimi hayattan esintiler sundu, kimi türkü söyledi velhasıl herkes kucağındaki taşları döktü.
Canlı yayında “Çırpınırdı Karadeniz” marşının birlikte okunması heyecanları zirveye taşırken yolculuğun vazgeçilmezi şarkısı ise “ Ötüken Yolu Yokuştur” oldu.
Görüş alanımıza giren ortamlarda Cengiz Han, at ve bozkurt görselleri fazla miktardaydı.
Yol üzerinde gördüğümüz elektrik hatları çok eski ve kabaydı. İki ayaklı elektrik direklerinin ayaklarının yarısı betonla yere çakılmış, diğer kısımları ise ağaçtandı. Ulanbatur’a doğru girerken büyük bir alana kurulmuş olan pazara geldik. Baraka türü yüzlerce işyerinden oluşan pazar daha yeni açılıyordu.
Pazar. Bizim yarım asır öncesindeki bitpazarlarını anımsatıyordu. Ulanbatur’da yeni yeni modern yapılaşmanın canlılığı göze çarpıyordu. Belediyecilik hizmetleri iyi sayılmazdı. Eczaneler pek belirgin değildi. Kısa boylu, çekik ve küçük gözlü Moğol erkekleri kilolu, bayanları ise zarif ve ince yapılıydılar.
Ulanbatur’u gezerken ilk işimiz Ankara Caddesi’ne gitmek oldu. Caddenin başındaki levhada” Ankara Caddesi” ismi vardı. Cadde üzerinde 2016 yılında TİKA tarafından yaptırılan Atatürk Okulu’na gittik. ilk ve orta eğitimin olduğu okulun bahçesinde bulunan Atatürk büstü gururumuzu okşadı.
Yine cadde de kültürümüzü yansıtan bir Mevlevi derviş heykeli çok ilgi çekiciydi. Güzel duygular içerisinde bulunduğumuz bu ortamdan ayrılıp çağlar öncesine ait fosillerinin olduğu NATURAL HİSTORY MUSSUM’a geldik.
250 milyon yıl önce yaşamış olduğu tahmin edilen Dinazor iskeleti muhteşemdi. 4 m.
yüksekliği 12 m. uzunluğu olan bu canavar tam 3 ton ağırlığındaymış.
Müzede fosillerden örnekler sergilenmişti. Mamut, fil, gergedan kalıntıları geçmişten ipuçları vermekteydi.
Sergilenen Dinazor yumurtaları bir hayli ilginçti.
Üst katta çeşit çeşit kuşlar, geyikler, böcekler, balıklar, ayılar, keçiler ve diğer canlılar sergilenmişti.
Bu müzeyi gezen ilk Türk Kafilesi olmamız güzel bir ayrıcalık oldu.
Müzeden ayrıldıktan sonra Zafer Anıtı’na gitmek için aracımıza yöneldik. Park ettiğimiz yerin ilerisindeki bir pasajın içerisinden geçip, asansörle birkaç kat çıkıp dışarıya açılan kapıdan geçerek bir hayli basamak çıktıktan sonra tepedeki Zafer Anıtı’na ulaştık. Sovyet döneminden kalan bu anıt 2.Dünya Savaşı’yla ilgiliydi ve Sovyet propagandasını yansıtan duvar resimleriyle bezeliydi.
Bu tepeden Ulanbatur’u seyrettik. Bizdeki TOKİ yapılanmasına benzer hareketlilik hemen göze çarpıyordu.
Bolca fotoğraf çektirip basamaklardan inerek pasaja girdik. Bazı arkadaşlar buradaki mağazadan Moğolistan’a özgü hediyelik eşya aldılar.
Otobüsümüzün ilerisinde rampa üzerine yerleştirilmiş eski model bir tank vardı. Bu tank 1943 yılında Berlin’e gitmiş ve 1945 yılında getirilerek burada sergilenmiş.
Aracımıza binerek yola koyulduk. Bir buçuk saat sonra kalacağımız Milli Park’a geldik. Burada bize ayrılan iki minibüse binerek Yılkı Atları’nı görmek için yola çıktık. Eko sistemin korunduğu Hustari Ulusal Parkı’na geldik.
Bu arada rehberimizle konuşurken bir koyunun 100 , keçinin 120, dananın 500 USD doları olduğunu öğrendik. Hele koyun etinin kilosunun 3,5 USD doları olduğunu duyunca ülkemizdeki et fiyatlarını hatırladık.
Tozlu, toprak yolda, uzun bir mesafe yol aldıktan sonra Yılkı Atları’nı göreceğimiz tepeye geldik.
Atın atası olarak kabul edilen bu atlara Moğollar “Taki” diyorlarmış. Bölgede 1000 civarında olan bu atlar 16 yıl yaşıyorlarmış.1992 yılında Hollandalıların yardımıyla çoğaltılan bu atların hüzünlü bir de hikâyesi varmış. Polonyalı bir bilim adamının keşfettiği bu atların varlığı duyulduktan sonra avcılar bu atların peşine düşmüşler tabir yerindeyse büyük bir kısmını yok etmişler.
Tepeye doğru yürüdükçe atları görmemiz mümkün oldu. İçlerinde tay olan altı tane Yılkı Atı grup halinde yürüyorlardı. Onların bu doğal hallerini kekik kokuları içinde seyretmek harikaydı. Atlar, su içmek için yakınımıza doğru geldiklerinde onları daha net görme imkânımız oldu.
Aracımıza bindiğimizde hava kararmak üzereydi. Kampa vardığımızda çok yorulmuştuk, Kampa gelip yemek yedikten sonra yarım saatlik bir yürüyüşün ardından geceyi geçirmek için çadırlarımıza döndük.
Kampta tek gözü olmayan beyaz renkli Huasky cinsi köpek vardı. Sabah uyandığımızda hava bir hayli serindi. Emre Bey’in getirmiş olduğu zeytin ve siyah çay takviyesi ile kahvaltımızı yapıp aracımıza binerek saat 09. 00 ‘da yola koyulduk. Akçakoca FM ve Fındık FM yayına Mehter Marşı ile başlayıp, ”gök girsin, kızıl çıksın” ile devam ettiler.
Uçsuz bucaksız bozkırlar, çadırlar, at, koyun ve keçi sürüleri, taş yığınları üzerine dikilmiş ve üzerinde mavi beyaz bezlerin bağlandığı ağaç direk, sık gördüğümüz manzaralardı.
Şaman geleneğinden gelen bu taş yığılı tapınak şeklini Budistlerde sürdürmüşler. Öyle ki üç taş alan Budist, bu yığına taşları koyduktan sonra iki defa yığının etrafında dönerek dua ediyormuş.
Bir müddet yol aldıktan sonra mola vereceğimiz ve tanışacağımız Moğol ailenin kampına geldik. İlerimizde kum tepeleri gözüküyordu.
Kafiledeki bazı arkadaşlar iki hörgüçlü develere bindiler. Birkaç arkadaşla birlikte bizde yaya olarak kum tepelerine vardık.
Deve turu 15 USD dolarıydı. Bazı turistler at binmeyi tercih ediyorlardı. Burada kalan ailenin
çadırlarına misafir olduk. İlk önce burnumuza çekmek için koku verdiler. Ortada, bizim Karadeniz yapımına benzeyen bir soba vardı. Sobanın üstünde kötü ruhları kovmak için bir tütsü bulunuyordu.
Çadırın sağ tarafında Buda heykelinin olduğu bir ibadet köşesi bulunuyordu.
Aile reisi çadırdaki soğutucudan çıkardığı Kımız’dan ikramda bulundu. Ata içeceğimiz olan Kımız’ı içip sanki de ruhumuzu arındırdık. Kımız, kefir tadında bir içecekti.
DEVAM EDECEK
FACEBOOK YORUMLAR